Böyle bir başlık gerekli miydi bilmiyorum. İstemek, dua etmek, evren, yaratıcı, kader gibi kavramlar arasında düşünce dünyamı şekillendirmeye çalışırken her şeye takılıyor, okuduğumu, izlediğimi, duyduğumu kendi süzgecimden geçiriyor, her şeyde kendi penceremin yansımalarını görüyorum. Tüm kainatın misâl-i musağğarı veya bizzat kendisi diye tanımlanan insan o kainatın özelliklerini taşıyor. Üstelik o insan ki yaratıcısının yeryüzündeki halifesi ve onun sıfatlarının tecelligâhı konumunda. Bütün bu tanımlar insana farkında olmadığı bir güç yüklüyor ve insan farkında olmadan bu gücü kullanarak kendi yaşantısını ve kaderini belirliyor.
Dünya varlığına talip olanlar arzusunun samimiyeti ölçüsünde -ki buna ihlas deniliyor- ona ulaşıyor. Gerçekten sahip olduğu o gücü dünya için kullanan kişi onu elde ediyor. Böyle bir kişinin düşünce yapısı para, mal, mülk etrafında şekilleniyor. O, hedefine muhalif her türlü ahlaki engeli menfaatine uygun şekilde yeniden yorumlayarak veya gözardı ederek ilerliyor. Bunu yaparken diğer tüm değerlere saygısızlık yapmıyor, hatta çoğu zaman saygısını izhar ediyor. Ancak altının tonlarca topraktan elenerek elde edilmesi gibi böyleleri süzgeçten geçirildiğinde onlardan geriye kalan dünya hırsı oluyor. Hedefe odaklanmadaki bu samimiyet ve bu ihtiras çoğu zaman arzulanana ulaşmakla sonuçlanıyor. Nitekim Şura Sûresi'nin 20. ayetinde "Her kim ahiret kazancını isterse, biz onun kazancını artırırız, her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan veririz, ama onun ahirette hiçbir nasibi yoktur." deniliyor.
Maddiyatı, dünya refahını çok arzulandığı halde ona ulaşamayanların muhtemelen kendilerinin de farkında olmadığı ve maddiyata feda edemeyecekleri daha başka hedefleri olduğundan onlar o dünya refahı hedefine ulaşamıyorlar. İnsanın isteğinin gerçekleşebilme olasılığı o istek için neleri feda edebileceği ile doğru orantılıdır. Dünya malını isteyen kişi onu herşeyden çok istemiyorsa ona ulaşamaz. Ulaşsa bile o, onun isteği ile kendi elde ettiği bir mal değil, lütf-u ilahi niteliğinde bir imtihan vesilesidir. Bu şekilde zengin olanların başka ulvi hedefleri olabilir ve bu devletliler yeri geldiğinde malını feda etmekten çekinmezler.
Tasavvufta da durum böyle değil midir? Hakkı hedef gören sofuların o hedefe ulaşmaları ancak her şeyi terk etmeleri ile mümkündür. Samimi ve halis bir arzu ile kişi hak katında meratib kateder. Seni bu yoldan alıkoyma ihtimali olan dünyevi arzuların ve malın, hatta Feriduddin El-Attar'ın tabiriyle "kefen parası" diye bir köşeye koyduğun üç beş kuruş bile ihlasına gölge düşürür, sana engel olur.
Şimdi, -hem maddi hem de manevi- her iki durumda da iradi istek konusudur. Bu istek ve arzu aslında samimi duadır. Duadaki samimiyet harekete geçmeyi gerektirir. Bu hareket ya hayvani nefsi besleyecek eylemlerle ya da nefsi köreltip ruhu cisimden arındıracak ibadetle olur.
Vahdet-i vücudun bir parçası olma ve parçanın bütünü temsili yönünden insanın her duasının gerçekleşme olasılığı vardır ancak yukarıda ifade ettiğim gibi her dua kalben, lafzen ve fiilen arzulamayı gerektirir. Toplu dualar bir bütünün çoğunluğunun irade koyması gibidir ki duaya konu olanın gerçekleşmesi her zaman daha olasıdır. Dua hakka doğru veya hakka muhalif bir mertebedir. Duanın kabulu kişinin o mertebeyi elde etmesidir. Dua ile elde edilen bu şeyler bir imtihan vesilesi değil neticesi olarak verilir. Ve o neticeler de birer vesileye dönüşür.