Issız bir adada mücerred aklın tefekkür gücü ile hakikatin peşine düşen İbn Tufeyl’in Hayy Bin Yakzan’ı, bir yandan da tasavvuf ehli gibi bir mağaraya kapanıp nefsini tezkiye ve tasviye ederek hakkı müşahede eder. İbn Tufeyl, Hayy Bin Yakzan’ı hakikate ulaştırırken, düşünce gücü ile birlikte nefis terbiyesini de kullanması akıllara İbn Sina’nın “nefis bedeni yönetmeye dalınca ondan ayrılamaz” tesbitini, ama çoğunlukla çağdaşı Sühreverdi El-Maktül’ün İşrak felsefesini getirir.
İşrak felsefesi, hakikat yolunda tefekkür ve bahis (nazari, teorik felsefe) ile birlikte Hakk’a kulluk edip çile çekerek nefsi terbiye ve tezkiye etmeyi ifade eden teellühü esas alan felsefedir. Sühreverdi’ye göre teorik felsefe hakikatin bilgisine ulaşmada yeterli olmadığından teellüh ile desteklenmelidir. Teellüh, aklın sınırlarını aşan hakikatin bilgisine keşf ile, yani sezgisel bilgiyle ulaşmanın yoludur.
Sühreverdi, İşrak felsefesini anlattığı “Hikmetü’l İşrak” kitabının giriş bölümünde, filozofların mertebelerinden bahsederken, hem sezgisel hem de bahsi (teorik) felsefe yönü tam olan filozofların Allah’ın yeryüzündeki halifeleri olduklarını söyleyerek, bulundukları çağlarda başkanlığın onların hakkı olduğunu öne sürer. Sühreverdi’ye göre sezgisel filozoflar yeryüzünden hiçbir zaman eksik olmazlar ve onlar bulundukları çağların kutublarıdır. Akıl gücünün sınırlı ve yanılabilir olması, bahsi felsefe makamlarınının kesb ile elde edilmesi gibi sebeplerle teorik felsefeciler halife olamazlar. Zira halifelik makamı ilahi bir tasdik gerektirir. Sezgisel felsefeciler vehbi ilimle, keşf ile hakikati müşahede ettiklerinden halife olmaya daha layıktırlar. Sühreverdi halifelikle neyi kastettiğini şu şekilde izah eder:
“Bu elçilikten ve halifelikten kastım her zaman için siyasi güç ve hakimiyet sahibi olmak değildir. Aksine ilahi imam açıkça idareyi elinde tutan kimse olabileceği gibi kimliği gizli birisi de olabilir. O çoğu kimsenin “kutub” diye isimlendirdiği kişidir. Onun kimliği çok gizli de olsa yöneticilik onundur. İdare onun elinde olursa o çağ ışıklı olur. Bir devir ilahi yönetimden mahrum olursa o devirde karanlık hakim olur.”
“Çaba gösteren herkes için eksik veya tam bir zevk, arayan herkes için de az veya çok Allah’ın ışığından bir pay vardır. İlim bir topluluk ile sona erip de Meleküt’ün kapısı onların arkasından kapanmaz ve onlardan sonra gelen insanlar daha fazla ilimden mahrum olmaz. Aksine, ilim ihsan eden “apaçık ufukta duran ve gayb konusunda cimri davranmayan”dır. En kötü çağlar, içtihad pınarlarının kuruduğu, düşüncenin hareket ve seyrinin kesintiye uğradığı, mükaşefe kapılarının mühürlendiği ve müşahede yollarının kapandığı çağlardır.”
Hikmetü’l İşrak kitabının hemen başında yer alan bu ifadeler Sühreverdi’nin resulluk iddiasıyla suçlanmasına sebep olmuştur. Zira bu ifadelerde Sühreverdi, peygamberlerden sonra Melekût kapılarının kapanmadığını, tam tersine Tekvir Süresi’nde Cebrail için “apaçık ufukta duran ve gayb konusunda cimri davranmayan” denildiğini, yani Cebrail’in gaybdan haber verme konusunda cimri davranmadığını ve ilmi ihsan ettiğini, çaba gösteren herkesin az veya çok peygamberler gibi ondan haber alabileceğini öne sürmüştür. Aslında bu fikrin Farabi gibi bazı meşşai filozoflarının dile getirdiği mücerred aklın faal akla ulaşması durumundan tek farkı teorik felsefe terimleri ile değil, tasavvufi bir dille ifade edilmesidir.
Tasavvuf büyükleri ile tanışmak için İslam coğrafyasının farklı şehirlerine seyahat eden, bu seyahatleri süresince zühd ve rizayetle meşgul olup vaktinin çoğunu itikafta geçiren ve nihayet Anadolu’ya gelerek Diyarbakır’a yerleşen Sühreverdi, Halep ziyareti sırasında Halep Emiri olan Selahaddin Eyyübi’nin oğlu Melik Zahir ile tanışmıştır. Halep uleması ile yapılan toplantılarda felsefi fikirlerini güçlü bir biçimde savunup karşı çıkanları tân ederek cahillikle suçlaması, peygamberliğin müktesep olduğunu beyan etmesi, kendi ruhunun melekut tarafından desteklendiğini söylemesi, bazı takipçileri tarafından “resul” olarak nitelendirilmesi gibi çeşitli iddialarla küfürle suçlanmış ve hakkında ölüm fetvası verilmiştir. Melik Zahir’in bu fetvayı dikkate almaması üzerine Halep Uleması Selahaddin Eyyubi’ye bir mektup yazarak Sühreverdi’nin hiçbir surette sağ kalmaması gerektiğini bildirmişlerdir.
Selahaddin Eyyübi’nin emri ile otuzlu yaşlarının sonuna doğru Halep Emiri Melik Zahir tarafından katledilen Sühreverdi bu olaydan sonra Sühreverdi El-Maktül olarak anılmıştır. Sühreverdi’nin İşrak felsefesi tasavvuf ve felsefe dünyasında büyük yankı uyandırmış ve Muhyiddin İbn Arabi gibi bir çok İslam alimini derinden etkilemiştir.
İşrak felsefesi, hakikat yolunda tefekkür ve bahis (nazari, teorik felsefe) ile birlikte Hakk’a kulluk edip çile çekerek nefsi terbiye ve tezkiye etmeyi ifade eden teellühü esas alan felsefedir. Sühreverdi’ye göre teorik felsefe hakikatin bilgisine ulaşmada yeterli olmadığından teellüh ile desteklenmelidir. Teellüh, aklın sınırlarını aşan hakikatin bilgisine keşf ile, yani sezgisel bilgiyle ulaşmanın yoludur.
Sühreverdi, İşrak felsefesini anlattığı “Hikmetü’l İşrak” kitabının giriş bölümünde, filozofların mertebelerinden bahsederken, hem sezgisel hem de bahsi (teorik) felsefe yönü tam olan filozofların Allah’ın yeryüzündeki halifeleri olduklarını söyleyerek, bulundukları çağlarda başkanlığın onların hakkı olduğunu öne sürer. Sühreverdi’ye göre sezgisel filozoflar yeryüzünden hiçbir zaman eksik olmazlar ve onlar bulundukları çağların kutublarıdır. Akıl gücünün sınırlı ve yanılabilir olması, bahsi felsefe makamlarınının kesb ile elde edilmesi gibi sebeplerle teorik felsefeciler halife olamazlar. Zira halifelik makamı ilahi bir tasdik gerektirir. Sezgisel felsefeciler vehbi ilimle, keşf ile hakikati müşahede ettiklerinden halife olmaya daha layıktırlar. Sühreverdi halifelikle neyi kastettiğini şu şekilde izah eder:
“Bu elçilikten ve halifelikten kastım her zaman için siyasi güç ve hakimiyet sahibi olmak değildir. Aksine ilahi imam açıkça idareyi elinde tutan kimse olabileceği gibi kimliği gizli birisi de olabilir. O çoğu kimsenin “kutub” diye isimlendirdiği kişidir. Onun kimliği çok gizli de olsa yöneticilik onundur. İdare onun elinde olursa o çağ ışıklı olur. Bir devir ilahi yönetimden mahrum olursa o devirde karanlık hakim olur.”
“Çaba gösteren herkes için eksik veya tam bir zevk, arayan herkes için de az veya çok Allah’ın ışığından bir pay vardır. İlim bir topluluk ile sona erip de Meleküt’ün kapısı onların arkasından kapanmaz ve onlardan sonra gelen insanlar daha fazla ilimden mahrum olmaz. Aksine, ilim ihsan eden “apaçık ufukta duran ve gayb konusunda cimri davranmayan”dır. En kötü çağlar, içtihad pınarlarının kuruduğu, düşüncenin hareket ve seyrinin kesintiye uğradığı, mükaşefe kapılarının mühürlendiği ve müşahede yollarının kapandığı çağlardır.”
Hikmetü’l İşrak kitabının hemen başında yer alan bu ifadeler Sühreverdi’nin resulluk iddiasıyla suçlanmasına sebep olmuştur. Zira bu ifadelerde Sühreverdi, peygamberlerden sonra Melekût kapılarının kapanmadığını, tam tersine Tekvir Süresi’nde Cebrail için “apaçık ufukta duran ve gayb konusunda cimri davranmayan” denildiğini, yani Cebrail’in gaybdan haber verme konusunda cimri davranmadığını ve ilmi ihsan ettiğini, çaba gösteren herkesin az veya çok peygamberler gibi ondan haber alabileceğini öne sürmüştür. Aslında bu fikrin Farabi gibi bazı meşşai filozoflarının dile getirdiği mücerred aklın faal akla ulaşması durumundan tek farkı teorik felsefe terimleri ile değil, tasavvufi bir dille ifade edilmesidir.
Tasavvuf büyükleri ile tanışmak için İslam coğrafyasının farklı şehirlerine seyahat eden, bu seyahatleri süresince zühd ve rizayetle meşgul olup vaktinin çoğunu itikafta geçiren ve nihayet Anadolu’ya gelerek Diyarbakır’a yerleşen Sühreverdi, Halep ziyareti sırasında Halep Emiri olan Selahaddin Eyyübi’nin oğlu Melik Zahir ile tanışmıştır. Halep uleması ile yapılan toplantılarda felsefi fikirlerini güçlü bir biçimde savunup karşı çıkanları tân ederek cahillikle suçlaması, peygamberliğin müktesep olduğunu beyan etmesi, kendi ruhunun melekut tarafından desteklendiğini söylemesi, bazı takipçileri tarafından “resul” olarak nitelendirilmesi gibi çeşitli iddialarla küfürle suçlanmış ve hakkında ölüm fetvası verilmiştir. Melik Zahir’in bu fetvayı dikkate almaması üzerine Halep Uleması Selahaddin Eyyubi’ye bir mektup yazarak Sühreverdi’nin hiçbir surette sağ kalmaması gerektiğini bildirmişlerdir.
Selahaddin Eyyübi’nin emri ile otuzlu yaşlarının sonuna doğru Halep Emiri Melik Zahir tarafından katledilen Sühreverdi bu olaydan sonra Sühreverdi El-Maktül olarak anılmıştır. Sühreverdi’nin İşrak felsefesi tasavvuf ve felsefe dünyasında büyük yankı uyandırmış ve Muhyiddin İbn Arabi gibi bir çok İslam alimini derinden etkilemiştir.