Kimilerine göre insanın yalnız başına bile yaratıcısını bulabileceğini anlatan bir hikaye, kimilerine göre müslüman aleminin ilk romanı olan Hayy Bin Yakzan İbn Tufeyl ve İbn Sina’nın olağanüstü felsefi yorumudur.
İbn Tufeyl hikayenin girizgahında, felsefecilerin akıl yürütme gibi nazari ilimlerle, tasavvufçuların dini ilimler ve nefis terbiyesiyle varlığın hikmetini kavramaya çalıştıklarını, tasavvufçuların maksadına eriştiklerini ancak Aristo, Farabi, İbn Sina gibi felsefecilerin ortaya sadra şifa bir şey koyamadıklarını söyleyerek Hayy Bin Yakzan’ın teorik ilimlerle varlığın hakikatine muttali olma konusunda “sadra şifa” bir eser olacağı mesajını verir.
Toplum içerisinde insanın Allah’ı bilmesi nakille olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim de her kavme peygamber gönderildiğini söylemektedir. İnsanın nakille elde ettiği bir bilgiyi akılla sorgulaması akıl – nakil ikilemini doğurmuştur. Hz. Adem’in çamurdan yaratılması nakli bir bilgidir ve tüm inananlar tarafından kabul edilir. Ancak akıl ile bu yaratılışının mahiyetinin ortaya konulması mümkün müdür? Veya nakli ilim ayan beyan ortada dururken aklın bunu izaha kalkışması toplum tarafından nasıl karşılanır?
Mücerred aklın gücünü göstermek için onu, itaat edeceği nakli ilimden ve etkisinde kalacağı toplumdan uzaklaştırmak gerekir. Bu sebeple Hayy Bin Yakzan ıssız bir adada kendi başına yaratılır. Ibn Tufeyl hikayesinde yaratılış için önce ortamı hazırlar. İklim şartlarını bir cismin başka bir cisme dönüşmesi, yani çamurun insana dönüşmesi için dengeli hale getirir. Bu dönüşüm simyacıların ilgi alanındaki demirin altına dönüşmesi gibi mutlak bir bir dönüşüm değildir. İnsan vücudundaki bütün elementleri barındıran toprak, bir başka elemente değil surete dönüşecektir. Her daim nebatata dönüşen toprağın insana dönüşmesi için en önemli şey sıcak-soğuk, kuru-yaş dengesidir. Çamurun bir çukurda mayalanması, bir baloncuk içinde kalbin oluşmaya başlaması gibi uzun ve ayrıntılı anlatılan insanın yaratılış süreci bölümünde İbn Tufeyl insanın yaratılışını çamurdan bir heykele ruh üfleme mistizminden naturalist bir anlayışa doğru kaydırır.
Kendisine sahip çıkıp annelik yapan ceylanın ölümü Hay Bin Yakzan’ın hayatının dönüm noktasıdır. Ceylanın cansız bedeninin herhangi bir yaşam emaresi göstermemesi, vücudunun soğuması Hay Bin Yakzan’da vücuda canlılık veren şeyi bulma arzusu doğurur. Eğer vücuda canlılık veren organı bulabilirse onu tekrar eski haline döndürebileceğini düşünerek anne ceylanın vücudunu parçalar. Kalbine ulaşır. Kalbi ortadan ikiye ayırdığında sağ gözün kan pıhtısı dolu olduğunu, sol gözün ise boş olduğunu görür. Hayy Bin Yakzan başka bir hayvan avlayarak onu öldürmeden kalbine ulaşır. Kalbini kestiğinde sol gözden nemli, sıcak bir buhar uçar gider ve hayvan ölür. Bunun üzerine Hayy Bin Yakzan o buharın artık geri dönmeyeceğini ve ölen bedene can veremeyeceğini anlar ve bedeni gözünde değersizleşir.
Hay Bin Yakzan bundan sonraki süreçte o şeyin ne olduğunu düşünmeye başlayarak cisimleri sorgulamaya başlar. Bu sorgulama Hayy Bin Yakzan’ın düşünce gücü ile marifete ulaştığı ve İbn Tufeyl’in ontolojik felsefesini ortaya koyduğu süreçtir. Hayy düşünce gücü ile cisimlerin madde olarak tek, suret olarak çok olduğunu keşfeder. Bütün cisimlerin bir başka cisimden çıkıyor olması onu bütün cisimlerin ana maddesi olan heyulaya götürür.
Peki heyula nasıl yaratılmıştır? Hayy’a göre ilk cismi yaratanın bir cisim olmaması gerekir. Çünkü yaratanın bir cisim olması onun da yaratılmış olmasını iktiza eder. Beş duyu organı vasıtası ile algıladığımız her şey bir cisimdir. Hayal dahi bu organların ürünü olduğundan bir cisim niteliğindedir. O halde yaratıcı bütün bunların ötesinde olmalıdır.
Hayy Bin Yakzan kendi ruhunun cismani olmayan yaratıcıya ulaşması için cisimden mümkün olduğunca uzaklaşması gerektiği düşüncesi ile cismaniyete dair her şeyi terk ederek inzivaya çekilir. Nitekim İbn Sina da duyuların beden ile uğraşmaktan hakiki görevlerini yapamadığını belirtmektedir. Hayy Bin Yakzan bu inzivada hakkı müşahede ederek hedefine nail olur.
Her ne kadar Hayy Bin Yakzan ıssız bir adada tek başına olup tasavvuftan bihaber olsa da Ibn Tufeyl onu tasavvuf ehli gibi mağaraya kapatarak inzivaya çekmiş ve ona riyazet yaptırmıştır. Ancak tasavvuftan farklı olarak onun geçtiği mertebeleri yazarak anlatmaya çalışmıştır.
İbn Tufeyl’e göre bu mertebelere evrad, ibadet ve riyazet ile ulaşan tasavvuf ehli geçtiği mertebeleri ve o mertebelere nasıl ulaştığını yazamaz. Ancak düşünce gücü ile bu mertebelere ulaşan kişi bunu nasıl yaptığını yazabilir. Yazılanları okuyup idrak eden kişiler de makam olarak aynı kalmazlar ve ilerlerler. Ancak bu ilerleme, müşahede etme ile aynı değildir. İbn Tufeyl aradaki farkı şöyle anlatır:
“Karabiber tanesi de siyah, ay yüzlü yârin beni de,
İkisi de can yakıcı amma, o nerede bu nerede”
Hayy Bin Yakzan adanın yakınlarında bir karadan inzivaya çekilmek için adaya gelen Absal ile tanışarak ondan konuşmayı öğrenir ve ona müşahade makamına erişinceye kadar yaşadığı serüveni anlatır. Absal benimsediği dindeki tanrı, melekler, resuller, ahiret, cennet, cehennem gibi şeylerin tümünün Hayy’ın müşahede ettiklerinin imgesi olduğunu anlar ve kalp gözü açılır. Akli ve nakli ilimlerin birbiri ile örtüştüğünün farkına varır. Hayy Bin Yakzan’ın evliyaullah olduğuna inanır.
Hayy’da Absal’ın anlattığı şeylerin kendi müşahade ettiğini şeyler olduğunu anlayarak şehadet getirir. Kendisinin şehadet aleminde müşahede ettiği şeyleri imgelerle insanlara ulaştırmakla vazifeli elçiyi tasdik eder ve onun söylediklerinin doğruluğuna tüm kalbiyle inanarak buyruklarına uymakla kendini yükümlü kılar. Ancak Hayy’ı tereddüte düşüren iki soru vardır.
Birincisi; bu elçi ilahi aleme ilişkin açıklamalarının çoğunda neden sembolik bir dil kullanmıştır ve hakikati olduğu gibi dile getirmemiştir?
İkincisi; bu elçi neden açıklamalarını sadece buyruklar ve kulluk görevleri ile sınırlandırmış, bol bol yiyip içmeyi ve mal biriktirmeyi mubah kılmıştır?
Hayy Bin Yakzan insanların sembolik bir din ile hakikatten uzak yaşamalarına anlam veremez ve müşahede ettiği hakikatleri onlara anlatmak ister. Bu sebeple Absal’dan kendisini diğer insanların yanına götürmesini ister.
Absal onu kendi şehrine götürür ve o şehrin en zeki ve en inançlı topluluğu ile tanıştırır. Hayy Bin Yakzan bu topluluğa müşahede ettiği hakikatleri anlatarak ders vermeye başlar. Ancak bu topluluk Hayy Bin Yakzan’ı anlamaz ve onun anlattıklarını sıkıcı ve saçma bulur. Hatta öyle ki ondan nefret etmeye başlarlar.
Hayy Bin Yakzan insanların, eksik yaratılışlarından dolayı, hakikatleri anlamadıklarının farkına vararak onları ıslah etmeye çalışmaktan vazgeçer ve toplumu gözden geçirir. Neticede toplumun heva ve hevesini ilah edindiğini, nefsani isteklerini tanrılaştırdığını, kendi bildiklerini yeterli bulduğunu ve bildikleriyle mutlu olduğunu görerek bu topluma mükaşefe yoluyla erişilen bilgilerin anlatılmasının mümkün olmadığını anlar.
Hayy, toplumun şeriata ihtiyaç duyma nedeninin maişetlerini sağlayarak güven içerisinde yaşamak olduğu kanaatine varır. İnsanların çok farklı şekillerde, farklı yeteneklerle, farklı şeyler için yaratıldığı ve çoğunluğun hakikati idrak kuvvetinden yoksun olduğu sonucuna ulaşan Hayy böyle bir topluluğa, yaşadıkları dinin emirlerinden fazlasının gerekmediğini düşünerek elçinin söylediklerinin ne derece hikmet ve hidayet üzere olduğunu anlar.
Batılı araştırmacılar tarafından birçok kez mercek altına alınan ve üzerine birçok makale yazılan Hayy Bin Yakzan, maalesef ona İbn Tufeyl’in gözü ile bakabilecek felsefeciler tarafından yeteri kadar incelenmemiştir. Bunun nedenini hikayede bahsedilen, Hayy’ın hakikati anlatmak için büyük çaba gösterdiği toplumun içinde bulunduğu durumun sürekliliğine bağlayabiliriz. O toplumda Hayy’ı anlayan tek kişi Absal’dır ve o da hikayenin sonunda ait olduğu toplumda hayatını sürdürmeyi değil, Hayy Bin Yakzan ile ıssız adaya dönmeyi ve onun öğrettikleri ile ona yakın makamlar elde etmeyi tercih eder.
Nihat Kasım 02/05/2021 Gebze
Dimağdan taşanlar silsilesinden...
İbn Tufeyl hikayenin girizgahında, felsefecilerin akıl yürütme gibi nazari ilimlerle, tasavvufçuların dini ilimler ve nefis terbiyesiyle varlığın hikmetini kavramaya çalıştıklarını, tasavvufçuların maksadına eriştiklerini ancak Aristo, Farabi, İbn Sina gibi felsefecilerin ortaya sadra şifa bir şey koyamadıklarını söyleyerek Hayy Bin Yakzan’ın teorik ilimlerle varlığın hakikatine muttali olma konusunda “sadra şifa” bir eser olacağı mesajını verir.
Toplum içerisinde insanın Allah’ı bilmesi nakille olur. Nitekim Kur’an-ı Kerim de her kavme peygamber gönderildiğini söylemektedir. İnsanın nakille elde ettiği bir bilgiyi akılla sorgulaması akıl – nakil ikilemini doğurmuştur. Hz. Adem’in çamurdan yaratılması nakli bir bilgidir ve tüm inananlar tarafından kabul edilir. Ancak akıl ile bu yaratılışının mahiyetinin ortaya konulması mümkün müdür? Veya nakli ilim ayan beyan ortada dururken aklın bunu izaha kalkışması toplum tarafından nasıl karşılanır?
Mücerred aklın gücünü göstermek için onu, itaat edeceği nakli ilimden ve etkisinde kalacağı toplumdan uzaklaştırmak gerekir. Bu sebeple Hayy Bin Yakzan ıssız bir adada kendi başına yaratılır. Ibn Tufeyl hikayesinde yaratılış için önce ortamı hazırlar. İklim şartlarını bir cismin başka bir cisme dönüşmesi, yani çamurun insana dönüşmesi için dengeli hale getirir. Bu dönüşüm simyacıların ilgi alanındaki demirin altına dönüşmesi gibi mutlak bir bir dönüşüm değildir. İnsan vücudundaki bütün elementleri barındıran toprak, bir başka elemente değil surete dönüşecektir. Her daim nebatata dönüşen toprağın insana dönüşmesi için en önemli şey sıcak-soğuk, kuru-yaş dengesidir. Çamurun bir çukurda mayalanması, bir baloncuk içinde kalbin oluşmaya başlaması gibi uzun ve ayrıntılı anlatılan insanın yaratılış süreci bölümünde İbn Tufeyl insanın yaratılışını çamurdan bir heykele ruh üfleme mistizminden naturalist bir anlayışa doğru kaydırır.
Kendisine sahip çıkıp annelik yapan ceylanın ölümü Hay Bin Yakzan’ın hayatının dönüm noktasıdır. Ceylanın cansız bedeninin herhangi bir yaşam emaresi göstermemesi, vücudunun soğuması Hay Bin Yakzan’da vücuda canlılık veren şeyi bulma arzusu doğurur. Eğer vücuda canlılık veren organı bulabilirse onu tekrar eski haline döndürebileceğini düşünerek anne ceylanın vücudunu parçalar. Kalbine ulaşır. Kalbi ortadan ikiye ayırdığında sağ gözün kan pıhtısı dolu olduğunu, sol gözün ise boş olduğunu görür. Hayy Bin Yakzan başka bir hayvan avlayarak onu öldürmeden kalbine ulaşır. Kalbini kestiğinde sol gözden nemli, sıcak bir buhar uçar gider ve hayvan ölür. Bunun üzerine Hayy Bin Yakzan o buharın artık geri dönmeyeceğini ve ölen bedene can veremeyeceğini anlar ve bedeni gözünde değersizleşir.
Hay Bin Yakzan bundan sonraki süreçte o şeyin ne olduğunu düşünmeye başlayarak cisimleri sorgulamaya başlar. Bu sorgulama Hayy Bin Yakzan’ın düşünce gücü ile marifete ulaştığı ve İbn Tufeyl’in ontolojik felsefesini ortaya koyduğu süreçtir. Hayy düşünce gücü ile cisimlerin madde olarak tek, suret olarak çok olduğunu keşfeder. Bütün cisimlerin bir başka cisimden çıkıyor olması onu bütün cisimlerin ana maddesi olan heyulaya götürür.
Peki heyula nasıl yaratılmıştır? Hayy’a göre ilk cismi yaratanın bir cisim olmaması gerekir. Çünkü yaratanın bir cisim olması onun da yaratılmış olmasını iktiza eder. Beş duyu organı vasıtası ile algıladığımız her şey bir cisimdir. Hayal dahi bu organların ürünü olduğundan bir cisim niteliğindedir. O halde yaratıcı bütün bunların ötesinde olmalıdır.
Hayy Bin Yakzan kendi ruhunun cismani olmayan yaratıcıya ulaşması için cisimden mümkün olduğunca uzaklaşması gerektiği düşüncesi ile cismaniyete dair her şeyi terk ederek inzivaya çekilir. Nitekim İbn Sina da duyuların beden ile uğraşmaktan hakiki görevlerini yapamadığını belirtmektedir. Hayy Bin Yakzan bu inzivada hakkı müşahede ederek hedefine nail olur.
Her ne kadar Hayy Bin Yakzan ıssız bir adada tek başına olup tasavvuftan bihaber olsa da Ibn Tufeyl onu tasavvuf ehli gibi mağaraya kapatarak inzivaya çekmiş ve ona riyazet yaptırmıştır. Ancak tasavvuftan farklı olarak onun geçtiği mertebeleri yazarak anlatmaya çalışmıştır.
İbn Tufeyl’e göre bu mertebelere evrad, ibadet ve riyazet ile ulaşan tasavvuf ehli geçtiği mertebeleri ve o mertebelere nasıl ulaştığını yazamaz. Ancak düşünce gücü ile bu mertebelere ulaşan kişi bunu nasıl yaptığını yazabilir. Yazılanları okuyup idrak eden kişiler de makam olarak aynı kalmazlar ve ilerlerler. Ancak bu ilerleme, müşahede etme ile aynı değildir. İbn Tufeyl aradaki farkı şöyle anlatır:
“Karabiber tanesi de siyah, ay yüzlü yârin beni de,
İkisi de can yakıcı amma, o nerede bu nerede”
Hayy Bin Yakzan adanın yakınlarında bir karadan inzivaya çekilmek için adaya gelen Absal ile tanışarak ondan konuşmayı öğrenir ve ona müşahade makamına erişinceye kadar yaşadığı serüveni anlatır. Absal benimsediği dindeki tanrı, melekler, resuller, ahiret, cennet, cehennem gibi şeylerin tümünün Hayy’ın müşahede ettiklerinin imgesi olduğunu anlar ve kalp gözü açılır. Akli ve nakli ilimlerin birbiri ile örtüştüğünün farkına varır. Hayy Bin Yakzan’ın evliyaullah olduğuna inanır.
Hayy’da Absal’ın anlattığı şeylerin kendi müşahade ettiğini şeyler olduğunu anlayarak şehadet getirir. Kendisinin şehadet aleminde müşahede ettiği şeyleri imgelerle insanlara ulaştırmakla vazifeli elçiyi tasdik eder ve onun söylediklerinin doğruluğuna tüm kalbiyle inanarak buyruklarına uymakla kendini yükümlü kılar. Ancak Hayy’ı tereddüte düşüren iki soru vardır.
Birincisi; bu elçi ilahi aleme ilişkin açıklamalarının çoğunda neden sembolik bir dil kullanmıştır ve hakikati olduğu gibi dile getirmemiştir?
İkincisi; bu elçi neden açıklamalarını sadece buyruklar ve kulluk görevleri ile sınırlandırmış, bol bol yiyip içmeyi ve mal biriktirmeyi mubah kılmıştır?
Hayy Bin Yakzan insanların sembolik bir din ile hakikatten uzak yaşamalarına anlam veremez ve müşahede ettiği hakikatleri onlara anlatmak ister. Bu sebeple Absal’dan kendisini diğer insanların yanına götürmesini ister.
Absal onu kendi şehrine götürür ve o şehrin en zeki ve en inançlı topluluğu ile tanıştırır. Hayy Bin Yakzan bu topluluğa müşahede ettiği hakikatleri anlatarak ders vermeye başlar. Ancak bu topluluk Hayy Bin Yakzan’ı anlamaz ve onun anlattıklarını sıkıcı ve saçma bulur. Hatta öyle ki ondan nefret etmeye başlarlar.
Hayy Bin Yakzan insanların, eksik yaratılışlarından dolayı, hakikatleri anlamadıklarının farkına vararak onları ıslah etmeye çalışmaktan vazgeçer ve toplumu gözden geçirir. Neticede toplumun heva ve hevesini ilah edindiğini, nefsani isteklerini tanrılaştırdığını, kendi bildiklerini yeterli bulduğunu ve bildikleriyle mutlu olduğunu görerek bu topluma mükaşefe yoluyla erişilen bilgilerin anlatılmasının mümkün olmadığını anlar.
Hayy, toplumun şeriata ihtiyaç duyma nedeninin maişetlerini sağlayarak güven içerisinde yaşamak olduğu kanaatine varır. İnsanların çok farklı şekillerde, farklı yeteneklerle, farklı şeyler için yaratıldığı ve çoğunluğun hakikati idrak kuvvetinden yoksun olduğu sonucuna ulaşan Hayy böyle bir topluluğa, yaşadıkları dinin emirlerinden fazlasının gerekmediğini düşünerek elçinin söylediklerinin ne derece hikmet ve hidayet üzere olduğunu anlar.
Batılı araştırmacılar tarafından birçok kez mercek altına alınan ve üzerine birçok makale yazılan Hayy Bin Yakzan, maalesef ona İbn Tufeyl’in gözü ile bakabilecek felsefeciler tarafından yeteri kadar incelenmemiştir. Bunun nedenini hikayede bahsedilen, Hayy’ın hakikati anlatmak için büyük çaba gösterdiği toplumun içinde bulunduğu durumun sürekliliğine bağlayabiliriz. O toplumda Hayy’ı anlayan tek kişi Absal’dır ve o da hikayenin sonunda ait olduğu toplumda hayatını sürdürmeyi değil, Hayy Bin Yakzan ile ıssız adaya dönmeyi ve onun öğrettikleri ile ona yakın makamlar elde etmeyi tercih eder.
Nihat Kasım 02/05/2021 Gebze
Dimağdan taşanlar silsilesinden...