Ah bu şehirler... Kaybedilmiş zamanların kasvetli
hatıralarını saklayan binalar, caddeler sokaklar... ve insanlar...
Nasıl da kök salmışız yeryüzüne... Başımız gözümüz
hep toprakta. Büyürüz, başarırız ama kardelenler gibi. Bir aylık belki de daha
az bir ömürdür ödülümüz. Ve nihayet başladığımız yere geri döneriz.
Toprak kadar çok verdiğini bilmediğimizden olsa
gerek unuttuk gökyüzünü. Yıldızları sakladık kirli aydınlığımızla. Her
nimetimizi topraktan bildik. Ve ne zaman ihtiyaç duysak, başımızı, gözümüzü,
aklımızı fikrimiz topraktan kaldırmadan, gökyüzünden daha çok toprak istedik.
Neden gökyüzünden? Neden insanlar ilahi bir güce
ihtiyaç hissettiklerinde gökyüzüne yönelirler?
Bazen eteğinde doğup büyüdüğüm Sis Dağının
zirvesinde olmak isterim kitaplarımla. Geceleri başımı topraktan kaldırıp engin
yıldızlar arasında kendi hakikatimi aramak isterim.
Dağları eksik şehirlerin. O sonsuz enginliği ile
kainatı seyredeceği, başını topraktan ulvi hakikatlere uzatabileceği dağları...
Baksanıza güneşi arzulayan ağaçlar kardelen gibi mi... Nasıl da uzuyorlar.
Neden gökyüzüne yönelir hakikati arayan? Neden
yeryüzüne bakmaz? Yeryüzü hakikatin delili değil mi?
Evet, öyle ama hakikatin cinsinden değil. Yeryüzü
yaratılmış bir cisim. Oysa insan kabul etmese bile hakikatın bu türden
olmadığını biliyor. Veya insanın hakikate meyyal bir yönü var ve bu sebeple insan hakikati sonsuzlukta arıyor,
sonsuzluğa el kaldırıyor.
Sis Dağının zirvesinde bir gece vakti terk-i dünya
eder gibi dünyayı arkasına alıp sırtüstü uzanarak gökyüzüne temaşa ederken o
sonsuz evrende kendi yerini sorgulayıp “bu sonsuzluk içinde benim, benim
günahımın, sevabımın ne önemi olabilir ki” düşüncesiyle kendi zihninde her şeyi
anlamsızlaştıran bir kişi bu düşüncesi ile nasıl mücadele edebilir?
Feylesofların üzerinde nazariyeler oluşturduğu bir
metaforu vardır. Issız, kuş uçmaz kervan geçmez, nebatattan başka canlının
olmadığı bir ormanda bir ağacın kuru bir dalı kırılıp düşse bu dal ses çıkarır
mı? Çıkarır derseniz derler ki kimse ses duymadı. Hiç kimsenin duymadığı bir
sesin olduğunu nasıl iddia edebilirsiniz?
Ontolojik bir meseleye tepetaklak daldığımın farkındayım. Ancak bu metafor
insana insanın önemini anlatacak en güzel örneklerden biridir. Düşünün ki duyan
bir kulak yoksa sesin varlığının veya yokluğunun bir önemi yok. Bu durumda ses
kadar onu duyacak, anlamlandıracak ve onun yerini takdir edecek kulak dahi
önemlidir.
“Ben gizli
bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.”
Bu ifadenin kaynağından ziyade ifade ettiği anlama bakarak denilebilir ki kenz-i mahfi kendisini bilecek kimse yoksa kenz-i mahfi
dahi değildir. (felsefe yapacak olsaydık bu noktada “mahfi – gizli” kelimesini
tartışırdık.)
O halde Sis Dağında sırt üstü uzanıp kainatı müşahede edene diyebiliriz ki sen olmasan bu büyüklük bilinemez, bu eser anlamlandırılamazdı. O halde sen herhangi birşey değilsin. Sen o sesi duyan kulaksın. Hem bak o sesin, o eserin, o kainatın sahibi sana diyor ki “sen (ey insan) olmasaydın alemleri yaratmazdım. Seni yarattım ve beni bil diye alemleri yarattım. Onu büyüklüğüme ve kenz-i mahfi oluşuma bir delil olarak senin idrak edemeyeceğin kadar büyük yarattım. O kainatı temaşa ederken kendi küçüklüğünü değil benim azametimi düşün. O büyüklüğü anlamlandırabilen tek varlık olduğun için kendi önemini ve mesuliyetini düşün. Sınırlı aklına sığmayacak bu sonsuz büyüklüğün senin kum tanesi bile sayılamayacak zerre hükmündeki varlığına kendi katından tecellilerinin hikmetini düşün.
Ancak o sesi ben duydum, o büyüklüğü ben anlamlandırdım diye gururlanma, Sen gör deyince gözü, duy deyince kulağı düşünüyorsun. O halde senin idrak ettiğin büyüklük de duyduğun ses de cismaniyetten başka birşey değil. Nasıl idrak etmiyorsun ki küçücük zerre nispetinde önemsiz gördüğün cismaniyetindeki aklın kainatın da fevkinde sonsuzluk derdinde...
Biz senin aradığın hakikati
cismaniyetinle perdeledik ve o perdeyi senin imtihanın yaptık. Öyle ki
hakikatin sesini duymakla, azametini anlamlandırmakla mesul olan sen, o
cismaniyet perdesini kaldıramadın, ne kendi hakikatini ne de Hakk’ı
bulabildin. Oysa kendi hakikatini
bulsaydın Hakk’ı da bulmuş olacaktın. İşte o yolda Hakk’ı ve onun büyüklüğünü
kavrama merakının ne kadar anlamsız olduğunu görerek bu meraktan vazgeçecek ve okyanusa
düşen bir damla veya çöle düşen bir kum tanesi gibi onda fena bulmayı ve bekayı
arzulayacaktın.”
Yıllar yıllar
önce dünyevi bir makama oturttukları bir Anadolu köylüsünün şahsi cep
telefonunu aramıştım da “sen kimsin ki beni arıyorsun, sekreterimi arasana”
demişti. Bak işte… Yıldızlar gibi
parlayan, yön gösteren onca elçi varken sen
kimsin ki hakikatin peşine düşmüşsün?
Sahi sen
kimsin? Sana “sen olmasaydın alemleri yaratmazdım” denildiğine göre önemli
olmalısın ve önce sen yaratılmışsın. Bu nasıl mümkün olabilir?
Yoksa sen
meşşai feylesofların dediği gibi suretler aleminde, veyahut bazılarının lehv-I
mahfuz dedikleri yerde zaten var mıydın? Rabbin ne zaman sordu sana “Elestü bi
rabbiküm” diye?
“Allah ilk önce
Hakk’ı yarattı” der İbn Arabi. Ve ona hayal etme kabiliyeti verdi. Hakk kainatı
ve her şeyi hayal etti. Farabi’de “Tanrı’nın
hayali onun yaratmasıdır” demişti de ona “Tanrı’nın iradesini yok sayıyor” diye
küfre düştü demişlerdi. Ancak Arabi’deki Hakk’ın hayali sadece suretler alemini
oluşturdu. Bu suretlerin kemale ermesi onların yaratılması ile mümkün olurdu ve
onlar Tanrı’nın izni ve iradesi ile yaratılıyorlar. Zorunlu değil iradi bir
yaratma söz konusu yani.
Hani Arabi “Allah ilk önce Hakk’ı yarattı” demişti ya… Ve
bu görüşünü “ Halakallâhus semâvâti vel arda bil hakk(hakkı), inne fî zâlike le
âyeten lil mu'minîn (mu'minîne) (Allah her şeyi hakk ile yarattı) ayeti ile
delillendirmişti. Böylece o da bir tasavvufçu olmasına rağmen meşşai
filozoflarının “birden bir çıkar” akli önermesine sadık kalarak onlara cevap
veriyor gibiydi. Nitekim meşşai nazariyecileri de bu düsturla “Allah ilk önce
akletti, yani aklı yarattı” dememişler miydi?
Feylesoflara
göre senin hakikatin suretler aleminde ve sen onun bir yansımasısın. Eflatunun
idealarındaki gibi. Ancak Eflatun’a göre her insanın ayrı bir ideası yok
idealar aleminde. Sadece en kamil, en mükemmel insan ideası mevcuttur ve dünyadaki
tüm insanlar onun çeşitli yansımalarıdır.
Hani bir hadis
vardı “Allah Adem’i kendi suretinde yarattı” diye… O halde insan Eflatun'un nazeriyesine
göre de yeryüzünde Hakk’ın yansıması mı?
Yani senin
hakiki suretin “ona kendi ruhumuzdan bir ruh üfledik” diyen mi?
Ve sen Hakk’ın
sıfatlarının tecelligahı değil misin? Senden başka Hakk ile aynı sıfatları taşıyan
varlık var mı?
Neden insan
yaratılınca meleklere “ona secde edin emri” verildi? Tanrıdan başkasına secde
şirk değil miydi?
İnsan nasıl ahsen-i
takvîm olarak başladı?
Sen cismaniyetini
terk edince neden “ene-l hak” diyorsun?
Neden ehl-I
tasavvuf fenafillah yolunda, bekabillah arzusunda?
“İnna ileyhi
raciun” derken döneceğimizi söylediğimiz yer Adem’e üflenen ruhun hakikatine
dönmesi midir?
Ve yine o soru…
Sen kimsin? Descartes’in dediği gibi dogmaları, dinleri, önyargıları, her şeyi
susturup zihnini arındırdığında içinde konuşan, düşünen o ses… yoksa sen o
musun?
Evet, sen o’sun, o
sensin, öyleyse cismani varlığından bağımsız olarak varsın. Cisme bağlısın ama cismani
değilsin. Sakın hakikate meyyal yönün bu olmasın? Sakın bu sebeple ihtiyacın
olduğunda ellerini göğe kaldırıyor olmayasın?
İlginç…
Descartes de tanrının varlığını hiçbir dine ve doğmaya dayanmadan şüphesiz bir
şekilde ispat etmek için ilk başta kendi varlığını bulmaya gerek duyuyor. “Men
arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” der gibi…
Sendeki ilahi
tecelli…
İstidad azizim
istidad diyor feylesoflar… Akıl olmazların zoru içinde değilse uğraşma. Kesb
ile olsa dahi bu yol, önceden gidenlerin uyardıkları gibi, oldukça tehlikeli ve
dönüşü yok. Düşüncelerimizin, hakikati veya Kenz-I Mahfiyi bulmak için,
zihnimize açtığı her çukur ya gerçekten bizi hakikate yaklaştırıyor ya da
içinde kaybolacağımız bir dehlize dönüşüyor.
Tasavvufun ve felsefenin olmazsa olmazı İstidad ve itidal… Bu ikisi
yoksa tercih edilmesi gereken yol; "kün inden-nâsi ferden mine'n- nâs."
Aha bu
yazdıklarımı okuyorsan istidadın vardir diyor Abdülkadir Geylani… Bil, çünkü en
ulvi mutluluk bilmektir diyor Farabi. Eh, biz de cümle alem gibi Yunus’tan biliyoruz
ki hakikati arzulayan gönüller cennetten bile vazgeçer. “Bana seni gerek seni”
der.
Veee... dağdaki o
adam da farketti ki o dağın adı Sis Dağı… Sisiyle meşhur. Maazallah kolayca kaybolursun
ki vakidir. O sisin içinde bu sorularının cevaplarını nasıl bulacaksın? Ya
ilahi bir nefha sisleri dağıtacak ya da elindeki radyo ile her uğradığın
frekanstan birşeyler öğreneceksin. O yüksek zirvelerde her frekansta farklı
dillerde birşeyler duymak mümkün. Ancak istidadın varsa anlarsın. Anlarsan
bilirsin. Bilmezsen hepsi kuru gürültü….
Bu yazıyı yayınlamadan önce bir başlık girmem gerekiyordu. Yapay zekadan öneri istedim. Bu başlıkları önerdi. :))
- Hakikati Arayış: Sis Dağı’ndan Sonsuzluğa Bir
Yolculuk
- İnsan ve Kainat: Topraktan Gökyüzüne Anlamın İzinde
- Kenz-i Mahfi’den Descartes’e: Ben Kimim?
- Şehirlerin Kasvetinden Hakikatin Ufuklarına
- Sisler Arasında Kendini Bulmak: Bir Varlık
Sorgulaması
- Toprak, Gökyüzü ve İnsan: Hakikatin Peşinde Bir
Düşünce Yürüyüşü
- Felsefe ve Tasavvufun Işığında “Sen Kimsin?” Sorusu
- Yıldızların Arasında İnsan ve Anlam
- İnsanın Yaratılışı ve Kainattaki Yeri Üzerine
Düşünceler
- Hakikat, İstidad ve Sis Dağı: Bir Benlik Yolculuğu

